BAE’nin İran’a İtidalli Yaklaşımı

BAE’nin İran’a İtidalli Yaklaşımı
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

        Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) 1971’de bağımsızlığını kazanmasıyla Abu Dabi-İran ilişkisi ağırlıkla çekişmeli bir hâl almıştır. Şah Dönemi’nde İran’ın bölgesel hegemonya olma arzusu BAE’yi tedirgin etmiştir. Bu bağlamda İngilizlerin Basra Körfezi’nden ayrılmasının hemen ardından Tahran, stratejik olarak Hürmüz Boğazı yakınlarında bulunan üç Basra Körfezi adasının -Ebu Musa, Büyük ve Küçük Tunb- kontrolünü ele almıştır. 1979’da gerçekleşen İran İslam Devrimi, İran’ı Abu Dabi perspektifinden düşman ve yağmacı bir devlete dönüştürmüştür. Bugün de BAE’nin İslam Cumhuriyeti’ne olan güvensizliği devam etmektedir.

İran’ın büyüklüğü, nüfusu, Şiilik formülasyonu ve Arap devletlerindeki eylemleri tarihsel olarak BAE’nin stratejik düşüncesini etkilemiştir. Bu durum, İran-Irak Savaşı (1980-1988) sırasında Abu Dabi’nin Tahran’a karşı Saddam’ı mali olarak desteklemesini açıklamaktadır. Daha yakın dönemde ise Tahran’ın büyük balistik füze cephaneliği BAE’nin tehdit algısını şiddetlendirmiştir. Raporlar, 2016 ve 2020 yılları arasında BAE’nin yıllık savunma harcamasının yılda ortalama 26,6 milyar ABD doları olduğunu göstermektedir.

Saddam Hüseyin’in Irak’ta yeni bir İran etkisi ve Şii paramiliter gücü çağını başlatan 2003’teki düşüşü, Abu Dabi’nin iddia edilen İran tehdidine karşı savunmasızlık hissini güçlendirmiştir. BAE’nin Washington Büyükelçisi Yousef al-Otaiba 2010 yılında İran tehdidiyle alakalı "Son 40 yıldır ordumuz İran tehdidiyle yedi, içti, uyudu, uyandı. Bölgede BAE için tehdit oluşturan hiçbir ülke yok, sadece İran." ifadesini kullanmıştır. BAE, Başkan Donald Trump’ın Mayıs 2018’de Abu Dabi’nin yetersiz bulduğu ve Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üye devletlerini İran’ın bölgesel emellerine karşı savunmasız bırakacak şekilde müzakere edildiğine inandığı Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) tek taraflı olarak çekilme kararını açıkça destekleyen dünyadaki dört ülkeden biri olmuştur.
Abu Dabi, Trump yönetiminin İran’a karşı "maksimum baskı" politikasına destek verse de Tahran’ın izole edilmesinin ortaya çıkardığı risklere yönelik süreç içinde uyarılarda da bulunmuştur. Ulusal Güvenlik Arşivi tarafından gizliliği kaldırılan ABD Dışişleri Bakanlığı belgeleri, Emirlik yetkililerinin daha önce Amerikalı meslektaşlarını İran’ı izole etme ve İran’a baskı yapmanın olası tehlikeleri konusunda uyardığını göstermektedir. Haziran 1995’te, Abu Dabi’deki ABD Büyükelçiliğinden adı açıklanmayan bir Emirlik görevlisi, dönemin Dışişleri Bakanı Warren Christopher’a bir telgraf göndererek “İran’ın uçurumun eşiğine getirilmesi tüm bölge için risk yaratabilir.” uyarısında bulunmuştur.

Geçtiğimiz yıl gerçekleşen Aramco saldırıları ve BAE kara suları yakınlarında düzenlenen bir dizi sabotaj eylemi BAE’yi, Basra Körfezi’nde İran’ın da dâhil olduğu topyekûn bir askerî çatışmanın ülkesi için doğuracağı sonuçlar hakkında endişelendirmektedir. Esasen BAE, İran’ı potansiyel saldırganlığından caydırmak istese de haklı olarak tüm bölgeyi sarabilecek askerî bir çatışmanın sonuçları konusunda da tedirgindir.

Diplomasi Yolu

Son 15 ay boyunca Emirlikler, İran’a yaklaşma konusunda Suudilerin safından ayrılmış gibi görünüyordu. Fakat bu gelişme Abu Dabi’nin İran’ı ciddi bir tehdit olarak görmekten vazgeçtiği anlamına gelmemektedir. Bu durum, BAE’nin İslam Cumhuriyeti’yle başa çıkma stratejilerini dikkatlice yeniden değerlendirdiği şeklinde yorumlanabilir. Mart 2020’de Abu Dabi, İran’a koronavirüs salgınına karşı mücadelede yardımcı olmak için 7,5 ton tıbbi ekipman göndermişti. Ertesi ay Tahran Dışişleri Bakanlığı, koronavirüs krizi sırasında BAE’den İran’a yapılacak bu tür yardımların ikili ilişkilere “sağduyu ve mantık” kattığını söylemişti.

BAE, Basra Körfezi’ndeki gerilimin askerî bir çatışmaya dönüşmesi ihtimalini göz önünde bulundurarak İran’a karşı ılımlı bir diplomatik yaklaşım benimsemektedir. Çünkü Washington’ın diğer bölgesel ortakları gibi BAE de Trump’ın, ülkesinin (BAE’nin) güvenliğini sağlamaya yönelik kararlılığına şüpheyle yaklaşmaktadır. Bu nedenle Emirlikler, kendisini potansiyel bir çatışmanın merkezinden uzaklaştırmak veya en azından Tahran’ın saldırgan davranışlarından kaçınmak için Tahran ile gerilimi en aza indirmeye çalışıyor.

Temmuz 2019’un sonlarında BAE, deniz güvenliği gibi hem Abu Dabi’yi hem de Tahran’ı ilgilendiren konularda görüşmeler yapmak üzere İslam Cumhuriyeti’ne iki resmî heyet göndermiş ve BAE Dışişleri Bakanlığı, İran’a giden iki heyetten ve görüşmenin sonuçlarından "memnuniyet" duyduğunu açıklamıştı. İki ülke arasında sürekli olarak “arka kapı diplomasisi” yürütülmesine rağmen BAE’nin sergilediği ılımlı diplomatik yaklaşım, İran’ın BAE’nin çıkarlarını hedef aldığı iddia edilen eylemleri bağlamında önemliydi.

Aynı bağlamda Ağustos 2020’de BAE Dışişleri Bakanı Abdullah Bin Zayed, İranlı mevkidaşı Muhammed Cevad Zarif ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi. İki bakan, ülkelerinin koronavirüs salgınına tepkisi gibi ortak ilgi alanlarını dostane bir şekilde tartıştı fakat üzerinden sadece bir yıl geçen Emirlik topraklarına yapılan saldırıya değinmedi. Haziran ayı sonlarında Emirlik halkı salgına karşı zorlu mücadelesini sürdürürken İran’a daha fazla yardım göndererek ilişkileri düzeltmeye istekli olduklarını da belirtti.

Ekonomik çıkarlar ve coğrafya, BAE’nin İran’a yaklaşımını her zaman büyük ölçüde etkilemiştir. Diğer bir ifadeyle İran’ın dış politikası BAE için bir endişe kaynağı olmasına rağmen bu Arap ülkesi Basra Körfezi’ndeki komşusuyla sağlıklı ve canlı bir ticaret ilişkisine sahiptir. Gerçekten de İran-BAE arasındaki ticaret hacmi 2018 yılında 19 milyar dolar değerindeydi. Büyük çapta ticaret yapan çok sayıda İranlının bulunduğu Dubai, turizm kadar ikili ticari ilişkilerde de vazgeçilmez bir rol oynamaktadır. ABD yaptırımları nedeniyle fazla seçeneği olmayan İranlılar, enflasyonun son yıllarda fırladığı İran’ın aksine Dubai’nin nispeten iyi düzenlenmiş, güvenli finansal piyasasını ve iş altyapısını küresel ekonomiye erişmek için kullanmaktadır. Bu durum aslında İran ile hiçbir ticari ilişkisi bulunmayan Suudi Arabistan ile büyük tezat oluşturmaktadır.

Daha önce de belirtildiği gibi BAE, İran’la askerî bir çatışmanın yıkıcı olacağını biliyor ve özellikle kontrolden çıkan maksimum baskı politikası, riskleri göz önüne alındığında diplomasiyi bir zorunluluk hâline getiriyor. Coğrafi yakınlık, küçük KİK devletlerinin stratejik derinlik eksikliği, Tahran’ın balistik füze programı ve İslam Cumhuriyeti’nin Husi milislerine verdiği maddi destek Arap Basra Körfezi ülkelerini savunmasız ve kuşatılmış durumda bırakıyor. BAE, bölgedeki diğer ülkeler gibi Arap Yarımadası’nın misafirperver olmayan ikliminde yaşamı sürdürebilmek için deniz suyu arıtma tesisleri gibi kritik altyapıya güveniyor. Bu tesisleri hedef alan herhangi bir büyük askerî çatışma, bir insani felakete yol açacak ve BAE’yi neredeyse yaşanmaz hâle getirecektir. Bu gerçeğin tamamen farkında olan Abu Dabi, diplomasinin gerçekten tek seçenek olduğunu bilmektedir.

BAE’nin İran ile olan diplomatik ilişkisi hâlihazırda var olan istikrarlı ilişkileri sürdürme ve yabancı ortaklarını, müttefiklerini veya komşularını yatıştırma arasında dengeleyici bir konumdadır. Suudi Arabistan bu yaklaşıma büyük bir engel teşkil ediyor. Örneğin KİK krizine bakıldığında Suudi Arabistan’ın taleplerinden biri, Katar’ın kendisini Tahran’dan uzaklaştırması ve Doha ile Tahran arasındaki mevcut ilişki seviyesini düşürmesidir. Bu noktada belki pek olası olmasa da Riyad’ın Abu Dabi’ye kendisini İran’dan uzaklaştırması için baskı yapmaya çalışması şaşırtıcı olmayacaktır. Aynı şekilde BAE, Riyad’ın dolaylı yollarla bile Tahran’la angajmana hazır olması durumunda kendisini Suudiler ve İranlılar arasında diplomatik bir köprü olarak konumlandırabilir.

Türkiye

BAE’nin İran hesaplamasında Türkiye’nin konumunu değerlendirmek kritik önem taşıyor. Son zamanlardaki durumlara bakıldığında Abu Dabi, Türkiye’yi İran’dan daha ciddi bir tehdit olarak görmektedir. Bunun en büyük sebeplerinden biri Türk-Katar iş birliğinin, Abu Dabi’nin yönetici ailelerine ciddi bir tehdit oluşturduğuna inandığı Sünni-Arap dünyasındaki sözde siyasi İslam projelerine verdiği destektir. Tahran’ın bu kadar çok yaptırıma maruz kalması, İran’ın Şii kimliği ve İslam Cumhuriyeti’nin bölgesel dış politikasının mezhepçi boyutları Tahran’ın bölgesel etkinliği üzerinde engel teşkil etmektedir. Türkiye’nin de köklü bir Sünni Müslüman güç olması ve İran’a kıyasla daha güçlü bir ekonomi ile NATO üyeliği bulunması BAE için çok daha ciddi bir endişe sebebidir. Bu bağlamda BAE’nin Yemen’den çekilmesi ve ardından Libya’ya stratejik müdahalelerde bulunması, BAE’nin değişen önceliklerine bağlı olarak Abu Dabi’nin Tahran’a diplomatik yaklaşımı sonucu gerçekleşmiştir.

Ankara ile Tahran arasında BAE’nin kendi lehine kullanabileceğini düşündüğü çıkar çatışmaları da bulunmaktadır. Abu Dabi, Trump’ın Tahran’a yönelik maksimum baskı politikasının Ankara’ya avantaj sağlamasını istemiyor. Bunun aksine BAE, İran’a bazı tavizler verme ve eğer bu “Türk yayılmacılığına” karşı bir siper görevi görecekse Arap devletlerinde daha fazla İran müdahalesine müsaade etme konusunda istekli. Özellikle Abu Dabi’nin İdlib’deki Türk ordusu ve Ankara destekli milislerle doğrudan çatışan İran destekli Esed yanlısı güçlere verdiği desteği göz önüne alırsak BAE’nin 2018’in sonlarında Suriye hükûmeti ile yeniden yakınlaşması bu tavize örnek teşkil etmektedir.

İsrail

İbrahim Anlaşması (Abraham Accords) olarak da bilinen BAE-İsrail “Barış Anlaşması” hem Tahran’a hem de Ankara’ya karşı koymayı amaçlamaktadır. Buna rağmen BAE, Anlaşma’nın İran ile ilgisi olmadığını, İsrail ve ABD’yi ilgilendirdiğini belirterek İran’ın endişelerini hafifletmeye çalışmaktadır. Diğer taraftan BAE’yi İbrahim Anlaşması’na doğru iten şey İran’ın Orta Doğu’daki artan nüfuzuna ilişkin korkularından ziyade bölgedeki Türk etkinliğinin genişlemesi konusundaki endişeleridir. Washington’daki Arap Körfez Ülkeleri Enstitüsünde görev yapan Hüseyin Ibish, Anlaşma’nın İran’la hiçbir ilgisi olmadığını odağın tamamen Türkiye olduğunu söyledi. Daily Sabah’a yazan Batu Coşkun ise BAE’nin İsrail karşısındaki hamlesinin aslında İran kadar hatta belki de daha fazla Türkiye’yi ilgilendirdiğini savundu.

Abu Dabi, Ankara’nın Orta Doğu’daki jeopolitik konumunu zayıflatmak için hem Tahran hem de Tel Aviv ile olan ilişkilerini güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu strateji BAE ve müttefiklerinin İran veya İsrail’in Türkiye’ye yaklaşmasını başarılı bir şekilde engellemesine dayanıyor. Bu da Abu Dabi’yi her şeyden önce karmaşık bir denge kurma yönünde zorluyor.

Küresel Politika Merkezinde çalışan Kamran Bokhari, “Bu, tek seferde çok fazla top ile hokkabazlık yapmaya benzeyen iddialı bir strateji ancak kendi boyunu aşan büyükler liginde BAE’nin yapmayı hedefleyebileceği en iyi şeydir.” dedi. “Bunun anlamı, BAE’nin aynı anda birden fazla aktörü kendilerine özgü beklentileriyle yönetmesi gerektiğidir. Bu gibi durumlarda çoğu şey ters gidebilir ve bu stratejinin uzun vadede gerçekleşmesi Türkiye ve İran’ın Arap dünyasında hâkimiyet kurabilmek için rekabet hâlinde olduğu ve BAE ya da diğer Arap aktörlerin bu rekabet içinde ikincil bir role sahip olduğu bir durumda beklenemez.”

Dahası İran’ın öfkesi ve hatta BAE-İsrail Anlaşması’na karşılık olarak BAE’yi tehdit etmesi, Abu Dabi ile Tahran arasındaki çok yönlü ilişkide yeni bir karmaşıklığa sebep olmaktadır. Ayrıca İbrahim Anlaşması’nın Ankara ve Tahran’ın bölgesel meselelerde gittikçe daha da uyumlu hâle gelmesine neden olması gibi ciddi bir risk de bulunmaktadır.

ABD: Olası Biden Başkanlığı

ABD iç siyasetindeki belirsizliğin Abu Dabi için daha büyük problemler yarattığı inkâr edilemez. Bir yandan Trump yeniden seçilirse Abu Dabi’nin Trump ile ilişkisini daha da sağlamlaştırmak için maksimum baskı politikasına verdiği desteği ikiye katlaması mantıklı olacaktır. Sonuçta her şeye rağmen Amerika Başkanı, ABD’yi İran Nükleer Anlaşması’ndan geri çekmesinin yanı sıra İsrail’in itirazlarına rağmen BAE’ye F-35 satmayı kabul etmişti. Bu beşinci nesil savaş uçaklarının satışı BAE için hem siyasi hem de sembolik olarak önemlidir çünkü bu gelişmiş uçakları İsrail’den sonra kullanan tek Orta Doğu ülkesidir.

Olası Biden başkanlığı ise Washington’ı BAE’nin taleplerine daha az duyarlı hâle getirecektir. Biden’ın Nükleer Anlaşma’ya geri dönme sözünü şimdiden vermiş olması Abu Dabi yönetimini tedirgin etmektedir. Ocak ayında Biden başa geçerse ve ABD, BAE ve diğer KİK ülkelerinin Tahran’a göre giderek daha fazla jeopolitik güç olma arayışına desteğini azaltırsa Abu Dabi yeniden uyum sağlamaya yanaşacaktır. Bu bağlamda BAE çıkarlarını dikkatli bir şekilde güvence altına alıyor. BAE hem Trump’ın maksimum baskı politikasını desteklemeye hem de BAE-İran ilişkilerinin daha iyi olmasını sağlayabilmek için İran ile diplomatik temas kurmaya devam etmektedir.

Londra merkezli Chatham House’da İran ve Basra Körfezi’nin önde gelen akademisyenlerinden olan Sanam Vakil, “BAE, Trump veya Biden yönetimi için aktif bölgesel aktör olmaya devam edecek gibi görünüyor.” dedi.1  “BAE İsrail ile ilişkileri normalleştirerek dikkati dağınık ve iç meselelerine odaklanmış bir ABD hükûmetinin muhatabı olabilir. Bu normalleşme BAE’nin Tahran ile Washington arasında köprü rolü üstlenmesi ihtimalini artırmaktadır. Bu BAE’nin gelecekteki tartışmalara taraf olmasını sağlayacaktır. Böylece İran’a karşı nükleer program, balistik füzeler, bölgesel faaliyetler, Abu Musa ve Tunb adaları gibi anlaşmazlık yaşadığı durumları gündeme getirebilir.”2

BAE’nin İranlılara karşı sergilediği ılımlı tavır ile neler başarıldı? Bölgesel barış ve güvenlik açısından bakıldığında Abu Dabi ile Tahran arasındaki diyalog, tansiyonun çok yüksek olduğu zamanlarda gerilimin hafiflemesine yardımcı oldu. BAE ile İran’ın yeniden yakınlaşma ihtimali çok uzak olsa da devam eden bu diyalog diğer bölgesel meseleleri kapsayacak kadar ilerleme potansiyeline sahip. Ayrıca ikilinin 14 aydır devam eden ve Temmuz 2020’de toparlanan ilişkisi “olumlu bir adım” olarak değerlendirilmektedir.

Dr. Vakil, “Görünürde her iki taraf da sınırlı kazanımlar elde etse de perde arkasında temel sorunlar çözülmekten çok uzaktadır. BAE şimdilik kendisini Tahran’ın ateş hattından uzaklaştırdı. Buna rağmen Abu Dabi, maksimum baskı politikasını desteklemeye devam ediyor ve İran’ın bölgesel müdahalesini durdurması konusunda da kararlı.” dedi.3

Bununla birlikte Veliaht Prens Muhammed bin Zayed ve etrafındakiler hâlâ İslam Cumhuriyeti’ni ana tehdit olarak görürken BAE liderliğinin İran’ı bölgedeki karşı gelinmesi gereken tek tehlikeli aktör olarak görmediği açıktır. BAE’deki gerilimlerin tırmanması ve Türkiye’nin “soğuk savaşı”, Abu Dabi’nin İran’la nasıl başa çıkacağı konusundaki görüşlerini yeniden değerlendirmesine neden olacaktır. Ancak bu noktada Muhammed bin Zayed Ankara’ya göre İran’a karşı daha az meydan okuma eğilimindedir.

BAE ve İran diğerleriyle bir savaştan kaçınma konusunda hemfikir olmaları sayesinde iki ülkenin yetkililerinin var olan gerginliği azaltma ve daha fazla ortak zemin oluşturma çabalarına devam etme şansları yükselmektedir. Her iki taraf da güçlü bir retoriğe sahip olmakla birlikte Abu Dabi ve Tahran oldukça pragmatik bir ilişki kurmayı başardı.

Büyük resimde BAE’nin İran’a diplomatik yaklaşımı, Abu Dabi’nin hem Riyad’dan hem de Washington’dan giderek bağımsızlaşan bir dış politika oluşturma kararlılığının belirgin bir örneğidir. Abu Dabi’nin İran ile olan gerginlikleri azaltma kararı, BAE’nin Güney Yemen, Suriye ve İsrail gibi diğer bölgesel meselelere yaklaşımı bağlamında incelendiğinde BAE’nin uluslararası alanda bağımsızlığını savunmaya odaklandığı ve kendine özgü çıkarlara yöneldiği açıkça görülmektedir.


1 Dr. Sanam Vakil, Yazar ile Röportaj, 17 Ağustos 2020.

2 Dr. Sanam Vakil, Yazar ile Röportaj, 17 Ağustos 2020.

3 Dr. Sanam Vakil, Yazar ile Röportaj, 17 Ağustos 2020.


Bu makalede dile getirilen görüşler yazarların kendisine aittir ve IRAM'ın yayın politikasını yansıtmayabilir.