Netanyahu'nun Seçim Zaferi ve İsrail-İran Gerilimi

Netanyahu'nun Seçim Zaferi ve İsrail-İran Gerilimi
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

İsrail’de 9 Nisan 2019’da yapılan ve mevcut İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya beşinci defa başbakanlığın yolunu açan genel seçimler sonrasında İsrail’in bölgedeki çeşitli meselelere dair nasıl bir tutum takınacağı merak konusudur. Bu bağlamda en çok da Netanyahu’nun en büyük tehdit olarak politik ve jeopolitik söyleminde önemli bir yer tutan İran konusunda nasıl bir politika takip edeceği sorusu öne çıkıyor. Her ne kadar gözler Netanyahu’ya odaklanmış olsa da İsrail’in 70 yıllık kısa tarihi Netanyahu’nun neden elini kolunu sallayarak İran’a yönelik doğrudan bir hamle yapamayacağına dair önemli ipuçları vermektedir.

İran’ın nükleer programına dair İsrail’in takındığı şahin tutum aslında sadece İran’la sınırlı değil. İsrail bu çerçevedeki ilk saldırısını 1962’de Mısır’a karşı düzenlemişti. İsrail’in, Demokles Operasyonu dahilinde Alman mühendislerin Mısır için roket ürettiği tesise bombalı paketler göndererek ve mühendisleri kaçırarak süreci sabote etmesi yabancı mühendislerin Mısır’ı terk etmesinin ardından çalışmaların akim kalmasıyla amacına ulaşmıştı. Sonraki saldırı 1981 yılında Menahem Begin’in başbakanlığı sırasında 1981 yılında Irak’a yönelik düzenlenmiş ve Babil Operasyonu’yla Bağdat’ın güneyinde Fransa-Irak iş birliğiyle inşa edilmekte olan Osirak Reaktörü’ne yapılan saldırıyla inşa süreci engellenmişti. Her ne kadar reaktörün enerji amacıyla inşa edildiği çeşitli vesilelerle dile getirilmiş olsa da bu operasyon, İsrail’in bu demeçlere asla güvenmediğini ortaya koymuştur. Bütün dünyanın gözleri önünde gerçekleşen saldırı ciddi tepki çekmiştir. İsrail’de genel seçimler öncesinde gerçekleştirilen bu saldırının akabinde Begin “bölgede İsrail’i tehdit edebilecek hiçbir askerî gelişmeye izin vermeyeceklerini” belirten bir açıklama yaparak İsrail tarihinin en önemli askerî ilkelerinden birini ifşa etmiştir. İsrail, Ortadoğu’da kendi imkânlarıyla üstesinden gelemeyeceği hiçbir askerî teknolojinin geliştirilmesine izin vermeyecektir. Bu ilke günümüze dek Begin Doktrini olarak anılagelmiştir.

İsrail benzer bir saldırıyı 2007’de Suriye’de Kuzey Kore’nin teknik desteğiyle kurulan nükleer tesisleri yok ederek tekrarladı. Operasyonla ilgili sınırlı bilgiler çeşitli dönemlerde basına sızmış olsa da bütünlüklü bir resim ancak İsrail’in bütün detayları 2018’de basına sunmasıyla ortaya konulabilmiştir. İsrail, uzun yıllar boyunca Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’ye yakın bir bölgede inşa edilen nükleer reaktörü Yom Kipur Savaşı’ndan sonraki “en ciddi istihbarat zafiyeti” olarak görmüş ve kendi anlatısına göre reaktörün faaliyete geçmesinden çok kısa bir süre önce yapıyı tamamen ortadan kaldırmıştır. Kutu Dışı Operasyonu (Operation Outside the Box) adıyla 2007’de gerçekleştirilen bu eylem tüm dünyanın gözü önünde yapılan gürültülü bir saldırıdan çok üzeri örtülebilecek ve sadece saldırılan ülkenin “mesaj alacağı” şekilde düzenlenen bir operasyon olmuştur.

Günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyan Begin Doktrini İsrail’in İran’a yönelik tutumunda da temel referans noktalarından biridir. Ancak Begin Doktrini’nin İsrail’in İran’a yaklaşımını değerlendirme konusunda bir ölçüde eksik kaldığı söylenebilir. En bariz açmazlardan birisi İsrail’in tehdit olarak algıladığı hedefleri net olarak yok etmekteki kararlığıdır. O kadar ki bu tehdit unsurlarının arasında İsrail’in 1967’de Akdeniz’de saldırdığı bir Amerikan gemisi de bulunmaktadır.1  Bu çerçevede İsrail’in 70 yıllık tarihindeki caydırıcılık imajının gerçek caydırıcılık kapasitesinin önüne geçtiği söylenebilir. İran da bu bağlamda İsrail için önemli bir caydırıcılık örneğine dönüştürülmek istenmektedir.

İsrail, İran konusunda bugüne kadar hem diplomatik hem de kısıtlı çerçevede sadece dolaylı saldırı seçeneklerine başvurmuştur. Şimdiye dek geçmişte Irak ve Suriye’de yaptığı gibi İran’ın Natanz’daki nükleer tesislerinin doğrudan hedef alındığı bir saldırı olmamıştır. İsrail’in İran’a müdahalesi projelerde çalışan bilim adamlarına suikast düzenlemek, siber saldırı yapmak ve çeşitli dosyaların reaktörlerden çalınması seviyesinde kalmıştır. İsrail’in yaptığı dolaylı saldırılar projeyi ciddi olarak sabote edecek ölçektedir. Ancak İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun İsrail’in İran’a doğrudan saldırmasıyla alakalı yüksek tondan tehditleri göz önüne alındığında İsrail’in meseleyi kontrollü gerilim seviyesinde tutmak istediği söylenebilir.

İsrail’in doğrudan saldırı üzerinden İran’ı alt edemeyeceğini düşünmek için geçerli sebepleri vardır. Birincisi İran’ın konvansiyonel güç parametreleri bağlamında İsrail’den çok daha güçlü olmasıdır. Netanyahu’nun hamasi söylemlerindeki gibi bir saldırı gerçekleşse, İsrail, İran’a karşı ciddi bir güç gösterisi yapsa ve nükleer tesislerini yok etse dahi İsrail’in İran üzerindeki ani tahakkümü kısa süre içinde sürdürülemez hâle gelerek İsrail’e pahalıya mal olabilir. Diğer yandan İsrail için herhangi bir çözüm doğrudan taviz ve yenilgiyi çağrıştırdığından özellikle siyasetçilerin hem ülke hem de kendi kariyerlerinin gerilemesiyle özdeşleştirdikleri bir seçenektir. Bu meseleyi Kısa Yolun Uzunu (Derech Arucha Katsara) başlıklı kitabında ele alan İsrail Eski Savunma Bakanı Moşe Yaalon’a göre özellikle İran karşısında çözümcü bir tavır sergilemek, İsrail’in caydırıcı imajına da oldukça zarar veren bir tutum olacaktır. Dolayısıyla birçok meselede “Anlaşmayı deneyebileceğim uygun bir muhatap yok.” tutumunu devam ettiren İsrail’in İran’a bakışı da bu yöndedir.

Çözümsüzlüğün hâkim olduğu bu durumun İsrail’in statüko anlayışındaki önemini daha makro düzeyde ele alabilmek için yukarıda bahsi geçen unsurlara ek olarak İsrail’in bölgesel tehdit ihtiyacını da göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Aynı durum İran için de geçerlidir. Her iki rejimin de karşılıklı olarak birbirlerine savurduğu tehditlerin kamuoyları üzerindeki birleştirici etkisi her iki ülke rejiminin güvenliği ve siyasetçilerin siyasal tabanlarını konsolide etmesi için gerekli görülmektedir. İran’da rejim ciddi karşı çıkışlarla karşılaşırken İsrail’de sağın durumu da pek farklı değildir. İsrail Başbakanı Netanyahu her seçim döneminde ülkeyi dışarıda bir aktörle savaşın eşiğine getirerek sol bir hükûmetin iktidar olması durumunda İran ve Hizbullah füzelerinin İsrail’i her dakika hedef alabileceğini söyleyerek tabanından biraz daha az gerilim arayışında olanları kendi safına çekmeyi başarmaktadır. 9 Nisan seçimlerinde Netanyahu’nun en dişli rakibi Benny Gantz’a karşı yöneltilen en ciddi iddialardan biri Gantz’ın kullandığı telefonun İran tarafından siber saldırıyla ele geçirildiğiydi. Böylelikle Netanyahu, Gantz’a telefonunu İran’dan koruyamayan eski bir genelkurmay başkanının ülkesini İran’dan nasıl koruyacağını ısrarla sorarak bu söylem üzerinden kritik oranda oy toplamıştır. Dolayısıyla bilhassa kritik seçim öncesi dönemlerde İran, İsrailli sağcı politikacıların sıkıştıkları anda başvurdukları bir karta dönüşmüştür.

Bu durum sadece İsrailli politikacılar nezdinde değil ABD nezdinde de böyledir. ABD Başkanı Donald Trump, seçim öncesinde Netanyahu’ya verebileceği bütün desteği İran ve İran’la özdeşleşen Suriye-Lübnan üzerinden vermiştir. Bunlardan birisi Golan’ın ABD tarafından İsrail’in tam egemenliğinde bir toprak parçası olarak tanınmasıydı. Diğer bir jest de İran’ın Devrim Muhafızları Ordusunun ABD tarafından terör listesine alınması olmuştur. Hâlihazırda Donald Trump 2015’te İran’la yapılan Nükleer Anlaşma’yı askıya almış ve ek yaptırımlar uygulayarak İran’ın küresel ekonomik entegrasyon imkânını neredeyse ortadan kaldırmıştır. Son dönemdeki bu gelişmeler de Trump’tan Netanyahu’ya sunulan açıktan bir seçim hediyesi olarak yorumlanmıştır. Netanyahu’ya İran gündeminden puan kazandıran diğer bir hamle de İsrail’in 1982’deki Lübnan işgali sırasında orada ölen ve İsrail’e getirilemeyen Zachary Baumel’in cesedinin İsrail’e nakli olmuştur. İsrail detaylara dair bir açıklama yapmasa da Rusya’yla kurulan temaslar neticesinde Lübnan’dan İsrail’e naklin sağlandığı kısa sürede anlaşılmıştır. İran ve Hizbullah’ın hakim olduğu görülen Lübnan’dan İsrail’in sembolik bir kazanım sağlaması da Netanyahu’nun seçim zaferine önemli katkı sağlamıştır.

Orta-uzun vadeli tarihsel devamlılıklar ve seçim sonrasındaki siyasal gündeme bakıldığında İsrail’in İran’a yönelik sıcak bir hamle yapma ihtimali oldukça zayıf görünmektedir. Hâlihazırda İran’la Suriye sathında düşük yoğunluklu bir savaş yürüten İsrail’in İran meselesindeki temel çekincesi İran’ın silah kapasitesinden çok, Rusya’nın İsrail uçaklarının Suriye hava sahasına girmesine verdiği tepkidir. İsrail’in Eylül 2018’de Suriye’de bir Rus savaş uçağının düşmesine sebep olması İsrail-Rusya ilişkilerini kopma noktasına getirirken İsrail’in Suriye’de lokal saldırılar yapmasını da ciddi ölçüde engellemiştir. Her ne kadar Netanyahu defalarca Putin’le görüşse de Rusya’nın Suriye’de İsrail’e karşı S-300 füzeleri konuşlandırmasına engel olamamıştır. Bu durum İsrail’in bilhassa İran’ın sahadaki faaliyetlerine müdahalesini neredeyse imkânsız hâle getirecekken 17 Nisan’da İsrail medyasında İsrail’in S-300’leri etkisizleştirerek hedef vurmasını sağlayan bir füze geliştirdiği haberleri yer almıştır. Dolayısıyla İsrail’in Begin Doktrini İran konusunda yeterli işlerliğe sahip değilken İsrail’in Suriye’deki durumu gerekirse Rusya’ya rağmen kontrol altında tutmaya çalışacağının sinyallerini vermektedir.

Önümüzdeki dönemde İran’ın nükleer çalışmalarıyla ilgili kendisini beklenmedik şekilde alarma geçirecek yeni bir bilgiye ulaşmaması durumunda İsrail, mevcut pozisyonunu koruyarak İran’ı daha yoğun yaptırımlarla diplomatik ve ekonomik olarak köşeye sıkıştırma yönünde çaba gösterecektir. Diğer yandan İran’la temel savaş sahası olan Suriye’de Rusya’dan yeşil ışık almak için yoğun çaba sarf eden Netanyahu muhtemelen Putin’den talep ettiklerini kolayca alamayacak ve Suriye’ye havadan müdahil olmaya devam edecektir. Göz önünde bulundurulması gereken gelişmelerden biri de İsrail’in 28 Mart 2019’da Halep’te İran Devrim Muhafızlarının kullandığı bir lojistik tesisi ve cephaneliği vurmasıdır. Bu İsrail’in Suriye’nin kuzeyinde İran’a karşı düzenlediği ikinci saldırıdır ve bu saldırıların artış göstermesi hâlinde İsrail’in bütün Suriye’ye müdahil olabildiği bir süreç başlayabilir. Diğer yandan İsrail’in Türkiye’nin bu derece yakınındaki bir bölgede belirli hedefleri vurabilmesi Türkiye için İsrail’in ciddi bir jeopolitik tehdide dönüşme potansiyeli taşıdığını da göstermektedir.

 İsrail geminin yanlışlıkla vurulduğunu söyleyip tazminat ödeyerek özür dilese de saldırıya dair tartışmalar hâlen netlik kazanmadı. İsrail’in bilinçli olarak saldırdığına dair bkz: https://www.chicagotribune.com/chi-liberty_tuesoct02-story.html


Bu makalede dile getirilen görüşler yazarların kendisine aittir ve IRAM'ın yayın politikasını yansıtmayabilir.