Trump’ın Güvenlik Stratejisinde Orta Doğu

Trump’ın Güvenlik Stratejisinde Orta Doğu
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

Donald Trump, başkanlık kampanyası boyunca dış politikaya ilişkin yaptığı değerlendirmelerde dikkatini Orta Doğu’ya yoğunlaştırmayacağını birçok kez dile getirdi. Trump bölgede tek bir şeye odaklanmak istediğini söyledi: DEAŞ ile mücadele. Ancak, bölgenin diğer sorunlarını yok sayarak DEAŞ ile mücadele etmek pek de mümkün görünmüyor. Ayrıca, her fırsatta Obama yönetiminin dış politika anlayışına tepki gösteren Trump, başkanlık yarışındaki rakibi Demokrat Parti Adayı Dışişleri Eski Bakanı Hillary Clinton'a da ağır eleştirilerde bulunarak "ABD'nin, dış politikasındaki pası atacağına" dair söz verdi. Bu noktada Trump’ın sürekli eleştirdiği Obama yönetiminin güvenlik stratejisi neydi? Kendisi başkanlık döneminde nasıl bir fark yaratacak ve neleri farklı yapacak?

2010 yılında yayımlanan ABD ulusal güvenlik belgesinde Obama yönetimi hem hedef hem de yöntemlerini açık bir şekilde ortaya koymuştu. Bu belgede ulusal güvenliği sağlamak ilk hedef olurken; güvenlik hedefi ise uzak bölgelerden ve ileri karakollar üzerinden çizilmiyor, aksine Amerika’nın iç güvenlik meselesine odaklanılıyordu. Belgenin, Amerikan halkının güvenliğinin, dünyanın dört bir köşesinde kriz bölgelerinde ön hatlar kurarak değil, kendi coğrafyasında sağlanacağını dile getirmesi Obama yönetiminin nasıl bir politika izleneceğini gösteriyordu. Aslında, Obama yönetiminin güvenlik stratejisi selefi Bush yönetiminin kötü mirası üzerine kurgulanmıştı. 2001’deki 11 Eylül saldırıları sonrası Amerikan halkının ve uluslararası toplumun psikolojik desteğini arkasına alan Bush, Afganistan, Irak savaşlarıyla uluslararası sorunlara müdahil olmayı abartarak saldırganlık boyutuna vardırmıştı. Obama yönetiminin devraldığı ve değiştirmeye çalıştığı ilk algı da buydu. Obama’nın güvenlik stratejisine daha ayrıntılı bakıldığında, Orta Doğu ve kısmen Avrupa’da denizaşırı, uzaktan (off-shore) dengelemeye geçileceğinin ve bölgelerde düzeni kurma ve oluşturma sorumluluğunun bölgesel aktörlerle paylaşılacağının ifade edildiği görülmekteydi. Bu geçişle Obama yönetimi, bölge halkları arasında artan Amerikan düşmanlığını da azaltmayı hedefliyordu. Bush’un dayattığı, bölgesel ihtiyaçları karşılamaktan uzak, siyasi süreçleri tek taraflı askeri güçle çözmeye çalışan politikaları sonrasında Obama’nın mesajları olumluydu. Belki de bu nedenle Bush-Obama karşıtlığı karikatürize bir biçimde vurgulandı. Bush yönetimi “hard power” (sert güç) kullanımını güvenliğin temel aracı olarak görürken, Obama yönetimi ise “soft power” (yumuşak güç) temelli bir strateji benimsemişti.  Obama dünyayı değiştirecekti, ABD'ye yönelik öfkeye son verecekti, adaletsizliklerin üzerine gidecekti, bir küresel devrimin öncüsü olacaktı. Obama ilk ziyaretini Kahire'ye yapmış, İslam dünyası ile Batı arasındaki duvarları yıkmaya girişmiş, ABD öncülüğünde Müslüman ülkelere yönelik yeni Haçlı Savaşları'nı sona erdirecek mesajlar taşımıştı. Obama Kahire’de “Müslüman dünyasına sesleniyorum. Yumruğunuzu açın. Ellerinizi sıkacağız" diyordu. Fakat beklenen olmadı. 2010’da başlayan Arap Baharı daha belirleyici olmakla birlikte 2011’de ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesi Orta Doğu’nun mevcut güvenlik, ekonomik ve stratejik yapılarını altüst etti. Bu süreçte büyük güçlerin ve bölgesel aktörlerin nüfuz kazanmak üzere Orta Doğu üzerindeki rekabeti, bölgeyi vekalet savaşlarının yaşandığı bir eylem alanına dönüştürdü. Devletlerin dolduramadığı jeopolitik boşluklardan faydalan DEAŞ, PYD/YPG, PKK gibi terör örgütleri buralarda yaşam alanı buldu. Bölge şiddet sarmalının yaşandığı derin bir krize girdi. Obama yönetimi ise bu kaosu durdurmak için aktif çaba sarf etmedi.

Obama yönetiminin Orta Doğu'yu "her zamankinden daha kaotik ve istikrarsız hale getirdiğini", ABD'nin Irak, Suriye ve Libya'daki eylemlerinin DEAŞ’ın doğmasına neden olduğunu ifade eden Trump nasıl bir politika izleyecek? Obama'dan devraldığı başta Suriye olmak üzere enkaz haline gelmiş olan Orta Doğu'da Trump, Obama dönemi politikalarına başka bir söylem ile devam mı edecek yoksa yeni bir düzen oluşturmayı mı tercih edecek? Başkanlık yarışında Trump, Orta Doğu'da bölgesel istikrarı destekleyeceğini söyledi. Ancak, bu söylemlere rağmen Trump yönetiminin Orta Doğu konusunda ne yapacağını öngörmek mümkün değil. Sadece senaryolar üretilebilir. Zira Trump’ın seçim dönemindeki pek çok söylemi çelişkilerle dolu olduğu gibi bazılarının da gerçek hayatta karşılığı bulunmamaktadır. Başka bir ifadeyle ABD politikalarına yönelik önümüzde bir belirsizlik söz konusudur. Bu belirsizliğin pek çok nedeni vardır. Öncelikle Trump'ın ekibinin (Pence, Pompeo, Priebus, Sessions, Bannon ve Mattis) genel duruş ve fikirleri iç politikayı ilgilendiren konularda cumhuriyetçi/muhafazakâr yönelim açısından çok şey söylüyor olmasına karşın bu ekibin ABD’nin dış politika ve güvenlik politikaları söz konusu olduğunda, caydırıcılığı gücü görünür kılarak sağlayan bir yönelim mi, pragmatist bir yönelim mi yoksa yeni-muhafazakâr bir yönelim mi benimseyeceği henüz belli değil. Belirtmek gerekir ki Trump’ın söylemlerinde kişisel tutarsızlıklar varsa da bir Cumhuriyetçi başkan olması hasebiyle bu söylemler Cumhuriyetçi çizginin içinde anlamlı ve tutarlı bir çerçeveye oturmaktadır. Cumhuriyetçilerin Demokratlardan ayrılan noktalarına bakıldığında; sert güç, tek taraflı karar alma-müdahale ve İsrail’in çıkarlarını her şeye öncelemek olarak özetlemek mümkündür. Bu açıdan Trump’ın bu ilkelerle ters düşmediğini ve söylemlerinin birbiriyle çelişiyor görünmesine rağmen uyumlu olduğunu, Cumhuriyetçi çizginin çok fazla değişmeden süreklilik arz ettiğini söyleyebiliriz.

Ayrıca, Trump’ın genel tutarsız söylemlerine rağmen Orta Doğu'ya yönelik olarak söylemlerinde üç nokta sürekli olarak tekrarlanmaktadır. Bunlardan birincisi, DEAŞ ile mücadeledir. Ancak, belirtmek gerekir ki bunu yaparken ABD’nin kara operasyonu yapmayacağı da vurgulanmaktadır. Buradan Bush dönemi gibi askeri bir müdahale olmayacağı Obama yönetimine daha yakın bir tarzın benimseneceği anlaşılmaktadır. Bu açıdan ikinci öncelik terörizmle mücadeleyi Orta Doğu'ya ABD askeri gücünü sokmadan yapmaktır. ABD'nin eski dostlarıyla kavgaya tutuştuğunu, şimdi bu ülkelerin yardım için başka yönlere kaydığını belirten Trump’ın, "Dostlarımıza ve müttefiklerimize sesleniyorum. Amerika yeniden güçlü ve güvenilir bir müttefik olacak. En sonunda Amerika'nın çıkarları ve müttefiklerimizle paylaştığımız çıkarlar temelinde tutarlı bir dış politikamız olacak” sözleriyle de üçüncü önceliğinin Orta Doğu'da bölge devletleriyle iş birliği olacağı anlaşılmaktadır. ABD’nin iş birliğine gideceği bu bölge devletleri içinde İran’ın olmaması muhtemeldir. Trump’ın başkan olduktan sonra da devam eden, bir numaralı terörist devlet gibi, İran’a yönelik sert söylemleri, İran’la yapılan nükleer anlaşmayı eleştiren yaklaşımı ve İran’ın da içinde bulunduğu yedi ülkeye getirdiği seyahat yasağı bunun ilk sinyalleri olarak değerlendirilebilir. Muhtemel olarak Trump, Obama yönetimi döneminde İran’ın Irak ve Suriye’de etkin olduğu, Şii Hilali söyleminin kabul görmeye başladığı ve bu durum karşısında Türkiye ve Suudi Arabistan gibi geleneksel müttefiklerinin ABD’ye güven kaybettiği bir mirası kabullenmek istemeyecektir. Zira Obama yönetiminin Orta Doğu’daki geleneksel müttefikleriyle ters düşme pahasına İran politikalarına yakınlaşması ve başta Irak, Suriye ve Yemen olmak üzere İran’ın bölgesel müdahalelerini kolaylaştırıcı rol oynaması  bölgedeki kaos ve istikrarsızlığın ana nedenlerinden biridir.  Bu açıdan İran tehdidi, İsrail ile başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok bölge ülkesini yakınlaştırmış, sıkı olarak nitelendirilemese de bölgesel bir bloklaşma oluşturmuş ve bölgesel gerginliği arttırmıştır.

Trump’ın söylemlerinin yeni Amerikan yönetiminin olası politikaları haline gelmeye başlamasıyla birlikte, ABD’nin İran’a yönelik sert yaklaşımı İran’ın Rusya’ya daha fazla yakınlaşmasına neden olabileceği gibi, ABD-Türkiye ilişkilerine olumlu yönde yansıyacağı öngörülebilir. Elbette Rusya kendisine daha çok yaklaşmak zorunda kalan böyle bir İran’ı tercih edecek ve ABD’nin İran’ı askeri bir müdahale olmadan sınırlandırmasına fazla ses çıkarmayacaktır. Karşımızda nükleer krizde İran’a yönelik uluslararası yaptırımlara “evet” demiş olan Rusya örneği vardır. Zira Rusya, İran’ın uluslararası alanda izole olmasına seyirci kalarak İran’dan daha kolay şekilde faydalanmayı amaçlamıştır. Trump, Rusya ile iş birliği gerçekleştirebileceğini pek çok kez açıkça ifade etmesine rağmen Rusya’nın Suriye’deki yayılmacı tavrı ve küresel boyutta süper güç olma iddiası iki küresel aktörü karşı karşıya getirme ihtimali taşımaktadır. Böyle bir durumda Rusya-İran eksenine karşı ABD-Türkiye ekseni muhtemeldir. Suriye’de çözüm ve Rus-İran yayılmacılığını sınırlamak isteyen Trump için ittifak kurabileceği yegâne aktör Türkiye’dir. Dolayısıyla yeni ABD yönetimi Obama döneminde müttefik olarak görülen PYD/YPG ile Türkiye arasında bir tercih yapmak zorunda kalacaktır. Çünkü Suriye’de çözümsüzlük ve kontrollü gerginlik isteyen Obama yönetimi için PYD/YPG doğal müttefik haline gelirken, olası çözüm senaryolarında Türkiye’nin dışlanması mümkün değildir. Ancak, burada vurgulamak gerekir ki ABD’nin PYD/YPG’den desteğini çekmesi durumunda Rusya Orta Doğu’da hareket opsiyonunu genişletebilmek için bu unsurları kendisi destekleyecektir. Buna da hazırlıklı olmak gerekir. Obama yönetiminin açıkça PYD/YPG’yi destekleyen ve Kuzey Suriye’de otonom bir Kürt oluşumuna yönelik politikaları Türkiye ile ABD’yi karşı karşıya getirmiştir. Türkiye bu sorun karşısında alternatif çözüm arayışlarına girmiştir. Son dönemdeki Türkiye-Rusya yakınlaşması Suriye krizi üzerinden bir yakınlaşma olarak okunabilir. Zira Türkiye’nin geç dönem Osmanlı ve Soğuk Savaş dönemi tarihsel tecrübesi düşünüldüğünde Rusya’ya yakınlaşmasının limitleri vardır. Bunun Türkiye-ABD örneğinde olduğu gibi bir ittifak ilişkisine dönüşmesi olası değildir. Türkiye şartlar düzeldiğinde tercihini yakın tehdit küresel güçten değil, uzak küresel güçten yana yapacaktır.

Fakat bilindiği gibi son dönemde Türkiye; Rusya ve bölge ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirme çabası içindeyken, ABD ve AB ile olan ilişkilerinde sorunlar yaşamaktadır. Şu aşamada ABD’deki başkan değişiminin yarattığı olumlu hava ile birlikte Trump’ın kestirilemez politikaları Türkiye açısından ihtiyatlı-iyimserlik olarak tanımlanabilecek bir durum oluşturmaktadır. Ayrıca, Türkiye farklı taraflarla girdiği ilişkilerin birbirinin alternatifi olmadığını vurgulasa da Türkiye’nin Rusya-İran ilişkileri ile ABD-AB-İsrail ilişkileri arasında bir ters orantıdan bahsetmek mümkündür. Ancak, bu noktada Suriye krizinin çözümü Türkiye için en temel öncelik ve bir güvenlik-beka sorunu haline gelmiştir. Türkiye’nin Rusya ve İran ile Suriye sorununu birlikte çözmesi de mümkün görünmemektedir. Zira ABD’nin içinde olmadığı hiçbir uluslararası iş birliğinin mevcut krize son vermesi beklenemez. Bu açıdan Türkiye’nin son dönem Rusya-İran eksenindeki politikaları ABD’yi Suriye’de bir çözüme zorlama girişimi olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak, Trump yönetiminin Orta Doğu’da istikrarı destekleme, bölge ülkeleriyle iş birliği söylemi Türkiye ve bölge için önemli ve yapıcıdır. Ancak İsrail’e yönelik Amerikan Büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması gibi vaatleri ve İsrail’i koşulsuz destekleyen yaklaşımları kaygı vericidir. Bu açıdan Trump dönemi fırsatlarla beraber bazı riskleri de taşımaktadır. Tabii bir kez daha vurgulamak gerekir ki bu öngörü bölgede çözümsüzlükten ziyade değişim ve istikrar isteyen bir Trump varsayımına dayanmaktadır. Bu görüşümüze en önemli dayanak ise Obama döneminin Bush döneminin anti-tezi olduğu gibi Trump yönetiminin de bir nevi Obama döneminin anti-tezi olmaya adaylığıdır. Zira Trump’ın seçilmesinde Obama dönemi yanlış politikalarının etkisi büyüktür.