Türk-Suud İlişkilerinin Geleceği

Türk-Suud İlişkilerinin Geleceği
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

Şüphesiz Muhammed Buazizi, Aralık 2010’da Tunus’ta yaşadığı sıkıntılara dayanamayıp kendisini ateşe verdiğinde bütün bölgede bu denli büyük gelişmeleri tetikleyeceğini bilemezdi. Arap Baharı olarak adlandırılan isyan dalgası Kuzey Afrika’daki bütün diktatörlükleri tek tek devirirken bu gelişmelere verilen bölgesel tepkiler farklı oldu. Türkiye çok sayıda gerekçeyle olayları soğuk savaşın sona ermesine ve Doğu Avrupa’ya yayılan demokrasi dalgasına benzetti ve kendi siyasi çizgisine yakın grupların iktidara gelmesinden büyük bir coşku duydu. Ancak özellikle Eylül 2012’de ABD Büyükelçisinin öldürüldüğü Libya’daki gelişmelerin ardından protestoculara verilen dış desteğin kesilmesiyle birlikte bu akım tersine döndü ve kazanılan mevziler kaybedildi ki bunların başında Arap dünyasının öncüsü konumundaki Mısır’da Temmuz 2013’te gerçekleşen karşı devrim geliyordu. Statükocu güçler ile devrimciler arasındaki mücadele bu ülkeyle sınırlı kalmadı ve Mısır’daki darbe konusunda tamamen karşıt konumlarda yer alan Arabistan ve Türkiye arasındaki artan ihtilaf çok geçmeden Suriye sahasına da yansıdı ve bu ülkedeki devrimcilerin ciddi biçimde güç kaybetmesiyle sonuçlandı. Ancak söz konusu ihtilaf iki tarafça da fazla gündeme getirilmedi ve Ankara, Bahreyn ya da Yemen gibi üçüncü konularda Riyad’ın pozisyonuna yakın tavrını sürdürdü.

Bununla birlikte Suudi Arabistan’da Muhammed bin Selman’ın teamüllere aykırı olarak veliahtlığa yükselmesinin ardından “siyasal İslamcılık” ve İran karşıtlığını merkeze alan stratejisini İsrail ve BAE ile birlikte agresif bir şekilde uygulamaya koyması, özellikle beklenmedik şekilde Türkiye’nin en önemli bölgesel müttefiklerinden Katar’a karşı işgal tehditleri eşliğinde sert bir abluka başlatması ikili ilişkilerdeki gerilimi saklanamayacak bir boyuta taşıdı. İsrail-Suud-BAE üçgeninin Trump ve damadı Kushner üzerinden ABD’deki etkili güçler ile kurduğu ittifak yalnızca bölgede Arap Baharı sonrası yeşermeye başlayan demokrasi taraftarlarını hedef almakla kalmadı, 1971’deki cüzi değişikliklerle İkinci Dünya Savaşı’ndan beri büyük oranda korunan statükoyu da sarsmaya başladı. Zira mezkûr eksenin Katar ablukası ya da İran korkusuyla attığı diğer adımlar “siyasal İslam” karşıtlığı ile açıklanabilirse de Saad Hariri’ye reva görülen davranış, Filistin konusunda daha fazla geri adım atmaya yanaşmayan Ürdün’e düzenlenen ekonomik operasyon ya da son olarak bir İngiliz vatandaşının BAE’de casusluk suçlamasıyla müebbet hapse çarptırılması gibi ilginç gelişmeler “yeni yetme” eksenin yalnızca güçlü yerel aktörlerle değil fiilî uluslararası sistemin bölgesel düzeni ile de sorunları olduğunu ortaya koyuyor.

Yine de genelde bölgesel düzlemde ve özelde Türk-Suud ilişkilerinde milat kabul edilecek olay, Mısır’daki darbe ya da Katar ablukası değil Suudi bir gazetecinin İstanbul’da vahşi bir şekilde katledilmesi oldu. Batılı çevrelerle iyi ilişkilere sahip, ABD’de oturumu bulunan, Washington Post gazetesi yazarı, Suudi sisteminin içinden sayılabilecek ve en fazla “ılımlı muhalif” olarak tanımlanabilecek Cemal Kaşıkçı’nın en üst düzey Suudi yetkililerin doğrudan emriyle Arabistan’dan gelen kalabalık bir grup tarafından üstelik bu ülkenin konsolosluğunda katledilmesi ve cesedinin yok edilmesi bölgesel ve küresel mücadeleyi derinden etkilemeye namzet görünüyor. Haftalar boyu olaydaki payını inkâr etmeye yeltenen Suudi yönetimi; Türkiye’nin etkin kriz yönetimi sayesinde tedrici olarak geri adımlar attı ve suçu kabullenerek faillerin yargılanacağını ileri sürdü. ABD yönetimi ise tam anlamıyla ikiye bölündü. Bir yandan Trump şahsen var gücüyle Bin Selman’ı olaydan uzak tutmaya çalışırken ABD’deki bazı güç odaklarının kurumsal yapılar ve basın aracılığıyla Bin Selman’ın etrafındaki çemberi daralttığı görülüyor. Burada ilginç olan noktalardan biri Kaşıkçı olayının ABD içindeki klasik Demokrat-Cumhuriyetçi ayrımını aşması ve Mitch McConnell ya da Bob Corker gibi etkili Cumhuriyetçi isimlerden bazılarının da Bin Selman’a karşı harekete geçmeleri. Trump’ın Bin Selman’ı koruyucu tavırlarının nedenleri gayet açık. Ciddi bir meşruiyet krizine giren genç prensi daha çok kendisine bağlı hâle getirerek ucuz petrol, İsrail’e destek ve İran karşıtlığı gibi Suudi politikalarının aksamadan devam etmesini sağlamak ve imzalanan büyük anlaşmaların geleceğini garantiye almak.  Trump’ın Bin Selman’ı savunurken İsrail’in koruma kartına başvurması ince düşünülmüş bir taktik. Zira Trump’a ya da Bin Selman’ın maceracı ve saldırgan tutumuna karşı çıkan birçok ABD çevresi açısından da İsrail’in güvenliği kırmızı çizgi olarak görülüyor. Bu şekilde Trump “beni ya da bin Selman’ın sevmeyebilirsiniz ama İran’ın kuşatılması ve İsrail’in güvenliği için kendisinin korunması çok önemli” mesajı veriyor.

Türkiye’nin kriz boyunca sürdürdüğü serinkanlı ancak tavizsiz tavır, olayın kapatılmasını engellediği gibi krizin Riyad ile Ankara arasında ikili bir problem hâline gelmesine de izin vermedi. Bu durumun makul sebepleri bulunuyor. Türkiye bir yandan Suudi Arabistan'ın PYD/PKK ile ilişkileri gibi hususlar başta olmak üzere Riyad’ın müdahil olduğu sorun alanlarını yakından takip ederken diğer yandan meseleleri doğrudan bir karşılaşma hâline dönüştürmemeye özen gösteriyor. Bunda Suudi Arabistan’ın kutsal mekânlara ev sahipliği yapması gibi manevi, Türkiye ile geniş ekonomik ilişkilere sahip olması gibi maddi hususların yanında Ankara’nın Suud-İran gerginliğinde taraf görünmek istememesinin de etkisi bulunuyor. Öte yandan Yemen, Katar, Ürdün, Hariri, Kaşıkçı ya da şehzadelerin gözaltına alınması gibi çoğu fiyaskoyla sonuçlanan agresif olaylar, Suudi Arabistan’ın son birkaç yıldır ne denli hoyrat politikalar uyguladığını ve ardındaki bütün dış desteğe rağmen ciddi bir yönetim krizi içinde olduğunu gösteriyor. Nitekim Arap basınında Bin Selman’ı, Saddam Hüseyin’e benzetenlerin haklılık payı yok değil. Türkiye, bölgedeki kaotik ortamdan en fazla zarar gören ülkelerden biri olarak Suudi Arabistan’ın yapısal bir tehditle karşılaşmasından çekiniyor. Bin Selman’ın iki senedir ülke içinde yaptığı değişiklikler sayesinde sistemin kaderini kendi kaderine bağladığı düşünüldüğünde özellikle Trump faktörünün devreden çıkması Suudi Arabistan için prensin şahsını aşan daha temel tehditlerin ortaya çıkmasına neden olabilir.


Bu makale ilk kez 17.12.2018 tarihinde Çankaya Dijital Dergide yayımlanmıştır.

http://www.cankayadd.com/makale/84