Yemen’de Ateşkes Görüşmelerinin Muğlak Geleceği

Yemen’de Ateşkes Görüşmelerinin Muğlak Geleceği
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

Husi işgalini sonlandırmak amacıyla altı yıl önce Yemen topraklarına müdahalede bulunan Suudi Arabistan, tatmin edici bir sonuca ulaşamamış ve Mart 2021’de ateşkes çağrısında bulunmuştu. Husilerin ateşkes teklifine cevabı, savaşın yoğunluğunu artırmak olarak gerçekleşse de Suudi Arabistan, ateşkes isteğinden vazgeçmemiş ve bu talep, Umman’da taraflarca tartışılmaya başlanmıştı. Umman, ateşkes görüşmelerinin kısa sürede olumlu sonuçlanacağını belirtmiş, bunun üzerine Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, Husileri Yemen’in bileşeni olarak değerlendirerek Husilerle barışın mümkün olduğunu açıklamıştı. Bunlara ek olarak Umman’da devam eden görüşmeleri takip eden Batılı diplomatlar, Mayıs 2021’in başında ateşkes şartları konusunda tarafların %90 oranında anlaştığını iddia etmiş ve Husilerin taleplerinin çoğunun kabul edildiğini öne sürmüştü. Ancak Husilerin, Yemen hükûmetinin başkenti olan Marib’i ele geçirmek adına saldırılarını bugüne kadar devam ettirmesi, ateşkes şartlarının Husiler tarafından yine kabul edilmediğini göstermektedir.

Suudi Arabistan’ın ateşkes talebinin altında siyasi ve ekonomik birçok neden bulunuyor. Bu nedenlerin başında ekonomik kayıplar yer alıyor. Bunun yanında siyasi olarak aradan altı yıl geçmesine rağmen istenilen amaçlara ulaşılamaması ve ABD’nin Yemen’de, Suudi Arabistan’a desteğini sonlandırması öne çıkıyor. Öte taraftan Husilerin, ateşkes çağrısını kabul etmemesi bu bağlamda yine önemli bir siyasi faktör olarak kabul edilebilir. Bu gerekçelerin inceleneceği bu yazıda ayrıca Suudi Arabistan ve Husiler arasında tıkanan ateşkes görüşmelerinin geleceği de tartışılacaktır.

Husilerin ateşkes teklifini geri çevirmesi birçok faktöre bağlanabilir. Analiz seviyesi yaklaşımı bağlamında barış teklifinin reddedilmesi, küresel ve bölgesel boyutlarının yanında Yemen’in iç siyasi dinamikleri açısından da önem arz etmektedir. Küresel bağlamda bu reddetme, ABD’nin dış politika ağırlığını Orta Doğu’dan Çin’e kaydırması ve bu paradigma kaymasının neden olduğu ikincil etkenlerle açıklanabilir. Çin’in artan ekonomik, askerî ve siyasi gücü; uzun süredir devam eden ABD merkezli tek kutuplu dünya sistemini giderek artan bir şiddetle tehdit etmektedir. Bu gelişme, ABD yönetici ve siyasi elitlerinin uzun süredir üzerinde durdukları bir tehdit algısıdır. Barack Obama Dönemi’ndeki “Asya’yı Merkeze Al” ya da İngilizce “Pivot to Asia” stratejisi; temel olarak ABD’nin, dünyanın diğer bölgelerinde etkinliğini yeniden kalibre edeceğini ve böylece kaynaklarını, Çin ile giderek yoğunlaşacak rekabet çerçevesinde Asya-Pasifik bölgesine kaydıracağını gösterdi. Genel anlamda ABD’nin bölgeye yaptığı “yatırımların” getirisi umduğu gibi olmamıştı. Konu ile ilgili yapılan çalışmalarda farklı rakamlar verilse dahi ABD’nin 2001 sonrasında yürüttüğü askerî operasyonların, parasal olarak 7 trilyon ABD doları ve yaklaşık 7 bin askerî personel kaybı gibi oldukça yüksek bir maliyeti olduğu görülmektedir. Bu bağlamda ABD’nin; enerjisini ve sahip olduğu kaynakları, kendi sorunlarını çözmeye ve küresel anlamda Çin ile mücadeleye yönlendireceği anlaşılmaktadır. Obama Dönemi’nde başlayan geri çekilme stratejisi, Donald Trump Dönemi’nde de devam etmiştir. Yine Joe Biden Dönemi’nde de bu stratejinin yürütüleceğine yönelik ciddi emareler gözlemlenmektedir.

Analizin küresel güç bağlamında öne çıkan bir diğer yönü; ABD Başkanı Biden’ın Trump’tan farklı bir yöntem izlemesidir. Nitekim Biden’ın seçim kampanyasında altını çizdiği demokratik değerlerin, diplomasinin ve uluslararası kurumların (eskiden olduğu gibi) öne çıkartılacağı bir dış politika izleyeceği yönündeki mesajları, bu bağlamda önem arz etmektedir. Bir yandan Trump Dönemi’nde izlenen “lider temelli” dış politika tercihinin yerine “kural ve kurumlara dayalı” dış politika yapımı, diğer yandan uzunca süredir ABD’nin dış politikadaki öncelik sıralamasında Orta Doğu’nun öneminin azalması, Yemen İç Savaşı’na doğrudan ya da dolaylı olarak dâhil olan aktörlerin izledikleri politikaları gözden geçirmelerine neden olmuştur.

Husilerin ateşkes teklifin reddetmesinin altında yatan diğer bir önemli etken, ABD dış politika öncelikleri ve yöntemindeki değişikliklerin, Yemen İç Savaşı’na dâhil olan ülkelerin izledikleri politikaları revize etmelerine neden olmasıdır. Bu yeniden kalibrasyon sürecinin iki önemli aktörü olan İran ve Suudi Arabistan, bu tutumu birinci dereceden etkilemektedir. Husilerin ateşkes teklifini reddetmesi, ilk olarak Husileri savaşın başından bu yana destekleyen İran’ın, Suudi Arabistan’a karşı el yükseltme taktiği olarak yorumlanabilir. Irak’ta başlayan İran ve Suudi Arabistan müzakerelerinde masaya yatırılacağı kesin olan Husi-Suudi gerginliği, devam eden nükleer görüşmeleri için İran tarafından araçsallaştırılabilir. İran, bu doğrultuda Husi-Suudi Arabistan ateşkesine öncülük etmek karşılığında Suudi Arabistan’dan nükleer görüşmelerindeki taleplerini desteklemesini isteyerek Viyana’daki görüşmelerde elini güçlendirebilir. Ayrıca bu durum, Yemen’deki savaş yoğunluğunu azaltacağı ve İran-Suudi Arabistan arasında bir yakınlaşmaya neden olacağı için ABD’nin son yıllarda Orta Doğu’da uyguladığı gerginliği yatıştırma politikasına paralel bir gelişme olacaktır. Bu gelişmelerin sonunda İran, bu olaylara yaklaşımını iyi niyetli bir tavır olarak sunabilir ve ABD kanadı, nükleer görüşmelerinde İran’ın istediğini elde edeceği bir atmosfere itilebilir.

Husilerin ateşkesi reddetmesine yönelik yapılan analizin üçüncü ayağı ise ülke içi siyasi dinamiklerdir. Husiler, iç savaş boyunca önemli toprak kazanımı elde etmiştir. Bu bağlamda Husiler, ele geçirdiği topraklarla yetinmeyip ülkenin tamamında iktidar olmak isteyebilir. 2011 yılında Uluslararası Barış Konferansı’ndan çıkan sonuçları, ülkeyi fakir-zengin olarak böldüğünü iddia ederek reddeden Husiler, bu tecrübenin de etkisiyle barış masasına yanaşmamaktadır. Ayrıca savaşın inisiyatifini ciddi manada ele geçirmiş olan Husiler, bu fırsatı kaybetmek istememekte ve yayılma politikasını sürdürmektedir. Yemen gibi jeopolitik konumu önemli olan bir ülkede egemenlik kurma ihtimali doğan Husiler, operasyonel kapasitesini bu denli artırmışken ABD desteğinden mahrum olan Suudi Arabistan’ın ateşkes çağrılarına kulak asmamakta veya ateşkes görüşmelerinde Suudi Arabistan’ı oyalamaktadır. İnsani krizin her gün daha da derinleştiği bir coğrafyaya kolay kolay hiçbir aktörün müdahalede bulunamayacağının farkında olan Husiler, masaya oturduğu takdirde sahadaki kazanımlarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunun bilincindedir. Bu bilgiler ışığında Husilerin, Yemen’de başat aktör olana ve uluslararası kamuoyunda tanınıp meşruluk kazanana kadar yani savaşın mutlak galibi sıfatıyla masaya oturabileceği güne kadar savaşı devam ettirmek isteyeceği söylenebilir.

Altı yıl önce iddialı bir şekilde dâhil olduğu savaşta batağa saplandığı görülen Suudi Arabistan’ın ekonomisinin savaş harcamaları ve salgın etkisiyle günden güne kötüye gittiği görülmektedir. Nitekim Yemen İç Savaşı’nın yanında düşen petrol fiyatları ve Suudi Arabistan halkının yüksek refah alışkanlığı, ülkenin sürekli bütçe açığı vermesine neden olmuştur. Ülke ekonomisinin oldukça sınırlı bir üretim tabanına sahip olması (sanayileşememesi) ve halkın yüksek refah ve konfor alışkanlığı nedeniyle son birkaç yılda Suudi Arabistan, sahip olduğu yabancı para rezervlerinin yaklaşık üçte birini kaybetmiştir. Ekonomik ve yukarıda zikredildiği gibi siyasi olarak bu denli zor durumda olan Suudi Arabistan’ın pazarlık masasındaki gücünün zayıf olduğu, İran ve dolayısıyla Husiler tarafından bilinmektedir. Nitekim Husilerin son günlerde düzenlediği saldırılara rağmen Suudi Arabistan’ın hâlen ateşkes istemesi, bu zayıflığı göstermektedir. İran ve Husiler bu zayıflıktan faydalanacaktır. Bu bağlamda İran’ın, Husileri savaşa devam etme konusunda teşvik ettiği ve bu sayede elini güçlü tutmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Irak’ta yapılan Suudi Arabistan-İran görüşmelerinde bu zayıflık, İran için ciddi bir kozdur. İran ayrıca bu konuyu Viyana’daki görüşmelerde de kullanacaktır. Yukarıda zikredildiği gibi ABD, bölgeden çekilme stratejisi ile uyumlu olarak bir yandan bölgedeki gerilimin azaltılması, diğer yandan bölge ülkeleri arasında bir güç dengesinin oluşturulmasını arzu etmektedir. ABD, bu stratejileri uygularken bölgenin tabiri caizse “kendi yağında kavrulmasını” istemektedir. Ancak bunun olması için bölgedeki “güç dengesinin” bozulmaması gerekmektedir. Washington’da bu stratejiyi savunanlar her ne kadar kâğıt üzerinde haklı olsalar da bölgede sürdürülebilir bir “güç dengesi” sağlanmadan atılacak adımlar sonucunda bu dengenin İran lehine bozulacağını anlamaları gerekmektedir. Ayrıca Husilerin, avantajlarını günden güne artırdığı bir konjonktürde bunca kazanımı elinin tersi ile itmeyeceği aşikârdır. Dolaysıyla Husilerin, ciddi kazanımlarını onaylayan bir barış antlaşması, İran’ın bölgedeki gücünün daha da artmasına ve böylesine stratejik bir geçiş noktasında, İran’ın ve Çin’in güçlenmesine neden olacaktır.