Türkiye-İran ilişkilerinin doğal olarak son derece girift boyutları olsa da konunun güvenlik boyutu oldukça yalın. Şayet iki ülke terörle mücadelede anlamlı bir iş birliği yapabilirse bunun ilişkilerin genel seyrine de olumlu yansıyacağı kesindir.
Türkiye-İran İlişkilerindeki Tıkanıklık Nasıl Aşılır?
Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu yazı, Türkiye-İran ilişkilerinde süregiden bir tıkanıklık olduğu ve bu tıkanıklığın aşılabileceği önermelerinden hareket ediyor. İki ülke arasındaki ilişkilerin, her iki ülkenin birçok açıdan sahip olduğu kapasiteyle uyumlu bir seviyede olmadığı bilinen bir gerçek. Bu durum özellikle ekonomi ve güvenlik alanları için geçerli. Ancak ikili ilişkileri ilerletmeye dönük önemli çabaların olduğunu da belirtmek gerekir. Her ikisi de Ankara’da olmak üzere ilki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile dönemin İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin başkanlığında 9 Haziran 2014’te ve son olarak sekizincisi Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yakın zaman önce hayatını kaybeden İranlı mevkidaşı İbrahim Reisi’nin başkanlığında 24 Ocak 2024’te yapılan Türkiye-İran Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi toplantıları, ikili ilişkilerdeki en sistematik kanal konumunda. 24 Ocak’taki toplantının ardından yayımlanan bildiri ve yapılan açıklamalar, Türkiye-İran ilişkilerinin mevcut durumuna dair önemli fikirler veriyor. “İki ülkenin mevcut potansiyelleri itibarıyla siyasi, ekonomik, kültürel, bilimsel ve güvenlik iş birliğinin yanı sıra bölgesel konulardaki iş birliğini güçlendirmeleri bakımından geniş ‘imkânlarının’ bulunduğunu” teyit eden bildirideki terörle mücadele vurgusu özellikle dikkat çekiciydi: “Çağımızın en büyük sorunlarından biri hâline gelen ve iki ülkenin bulunduğu bölgeye de büyük zararlar getiren terörizmin her türlü somut çeşidiyle ve tezahürleriyle ortak mücadele kararlılıklarını yineleyerek…” Bu vurgu; söz konusu toplantının, İran’ın Kirman ilinde 3 Ocak’ta Kasım Süleymani’nin ölüm yıl dönümünde Gülizar-ı Şüheda mezarlığında düzenlenen merasim esnasında 2 canlı bomba tarafından gerçekleştirilerek 95 kişinin ölümüne neden olan terör eyleminden kısa süre sonra yapılması açısından önemliydi. Bu açıklamalar, Türkiye’nin 27 Mayıs 2019’da Kuzey Irak’ın Hakurk bölgesinde Pençe-1 olarak başlattığı ve takip eden yıllarda alanını genişleterek 17 Nisan 2022’den itibaren Pençe-Kilit Harekâtı olarak yürüttüğü terörle mücadele operasyonlarının devam ettiği bir dönemde yapılması açısından da ayrıca dikkate değerdi.
24 Ocak’taki zirvenin günlerce öncesinden itibaren bütün gözlemciler, Erdoğan-Reisi görüşmesinin ana gündem maddesinin terörle mücadele olacağı konusunda hemfikirdi. Nitekim toplantıdan kısa süre önce Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 16 Ocak 2024’te TBMM Genel Kuruluna bilgilendirme amaçlı açıklamalar yapmış ve Türkiye’nin meşru müdafaa hakkı çerçevesinde, PKK/YPG ve destekçileriyle sınır ötesindeki mücadelesinin “son terör odağı etkisiz hâle getirilinceye kadar” devam edeceğini belirttikten sonra eklemişti: “Bu nedenle tüm komşularımızın ve müttefiklerimizin bölgedeki terör örgütleriyle mücadelemize samimiyetle destek vermesi bir zaruret hâline gelmiştir.” 24 Ocak’taki toplantının ardından liderlerin yaptığı ortak basın toplantısında da Cumhurbaşkanı Erdoğan, İran’a tekrar taziyelerini ilettikten ve Türkiye’nin terörle mücadelede İran’ın yanında olduğunu belirttikten sonra konuşmasına şöyle devam etmişti: “Terörle mücadelede komşumuz İran’ın desteğinin artarak devam etmesinin ehemmiyetini bir kez daha vurguladık. Ülkelerimizin ve bölgemizin güvenliğini hedef alan PKK/PYD/YPG ve PJAK’a karşı iş birliğimizin daha da güçlendirilmesinin önemine değindik.” Cumhurbaşkanı Reisi’nin bu konudaki açıklamaları ise muğlaktı: “İran İslam Cumhuriyeti, terörle mücadele ve bölgeyi şer unsurlardan güvenli hâle getirme konusunda hiçbir tereddüt göstermemiştir.” Bu ifadelerinin devamında DEAŞ terör örgütünü ismen zikredip eski ABD Başkanı Donald Trump’ın açıklamalarına gönderme yaparak örgütün ABD tarafından kurulduğunu söyleyen Reisi’nin müteakip açıklamaları da Türkiye açısından tatmin edicilikten hayli uzaktı: “Günümüzde Batılı ülkelerin himayesinde bulunan terörist gruplar hem Türkiye’de hem Irak’ta hem Suriye’de hem Afganistan’da ve hem de bölgenin muhtelif yerlerinde cinayetler işlemektedir. Bugün terörle mücadelenin yol haritası, bölge ülkelerinin iş birliği ve terörle mücadele kararlılığıdır.” Reisi’nin yakın zaman önce DEAŞ terörüne maruz kalan İran’ı zikretmemesi dikkat çekiciydi. İran Cumhurbaşkanı’nın “Biz inanıyoruz ki Türkiye’nin güvenliği bizim güvenliğimizdir. Bölge ülkelerinin güvenliği bizim güvenliğimizdir ve bölgedeki en küçük bir güvensizliği bütün bölgenin güvensizliği olarak telakki ediyoruz.” şeklindeki ifadeleri de açıklamalarının bütünündeki muğlaklığı giderememiştir.
Sonuç olarak Türkiye’nin, bu toplantıda terörle mücadele konusunda Tahran’dan beklediği düzeyde kararlı bir iş birliği eğilimini görmediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Türkiye-İran ilişkilerindeki tıkanıklığın esas nedeni tam da budur. Millî Savunma Bakanı Yaşar Güler’in mayısta konuya dair yaptığı ve İran’ın tutumunu hedef alan iki kritik açıklamayı bu arka planı dikkate alarak değerlendirmek gerekir. Bu açıklamaların ilkini 2 Mayıs’ta CNN Türk’te katıldığı programda yapan Güler şu ifadeleri kullanmıştı: “İranlı dostlarımızla konuşuyoruz: ‘Bak kardeşim şu noktadan karşıya geçtiler, şuraya gittiler takip ediyoruz. İHA’dan, SİHA’dan bakıyoruz.’ İranlı dostlarımız cevap veriyor: ‘Biz oraya baktık orada hiç kimse yok.’ Bu hoş bir yaklaşım değil. Tabii ki rahatsızız.” Bundan kısa süre sonra 13 Mayıs’ta Milliyet gazetesinde yayımlanan röportajında da aynı konuya temas eden Bakan Güler, bu defa aynı eleştirisini şu ifadelerle dile getirdi: “İranlı dostlarımız maalesef PKK’lı teröristlere karşı bizimle aynı paralelde bakmıyor açıkçası.” İran ile Türkiye arasında terörle mücadelede daha somut bir iş birliği bu derece önemli olduğuna göre tıkanıklığın nasıl aşılabileceğine değinmeden önce Türkiye’nin perspektifinden İran’ın PKK’ya yaklaşımında sorunlu bulunan boyutları netleştirmek gerekmektedir.
İhtilafın Özü Ne?
Öncelikle PKK’nın uzantısı olan PJAK’ın 2004’te İran’da terör eylemlerine başladığının ve aynı yılda Tahran yönetiminin PKK’yı resmen terör örgütü ilan ettiğinin altını çizmemiz gerekir. Ancak PJAK terör örgütünün kapasite ve etkinliğinin PKK’ya nispetle sınırlı olduğu açıktır. Ne var ki Millî Savunma Bakanı Güler’in 13 Mayıs’ta belirttiği gibi PKK terörünün İran’da da önemli bir tehdit hâline gelmesi de muhtemeldir: “Ben inanıyorum ki İranlı dostlarımız da yani PKK’nın aslında başlarına bela olacağının farkındalar ama inşallah bakalım bir çözüm bulacaklardır diye düşünüyorum.”
Altını çizmemiz gereken bir diğer husus da Türkiye’nin terörle mücadelede genel olarak yalnız bırakıldığı ve diğer birçok ülke gibi İran’ın da başından beri bu konuda Türkiye’nin işini kolaylaştırmaktan sistematik şekilde imtina ettiğidir. İran’ın bu yönde kuşkuya neden olan tavrı, Ağustos 2011’de terör örgütü elebaşlarından Murat Karayılan’ın İran güvenlik güçleri tarafından yakalandığı ve hatta iki gün gözaltında tutulduktan sonra serbest bırakıldığı yönünde Türk basınında çıkan iddialarla zirve yapmıştı. Bu söylentiler kısa süre sonra yalanlansa da benzer iddialar sonraki yıllarda da çıkmaya devam etti. İran cenahından konuya dair en net açıklama, Türk basınının bu iddialarla çalkalanmasından kısa süre sonra Ekim 2011’de Ankara’ya yaptığı resmî ziyaret esnasında dönemin İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi’den geldi: “Karayılan hiçbir zaman İranlılar tarafından yakalanmamıştır. Yakalasaydık biz onu niye serbest bırakacaktık ki? Bu, Türk kardeşlerimize yardım etmek için çok iyi bir fırsat olurdu. Karayılan’ı yakalayıp serbest bırakmakta nasıl bir menfaatimiz olabilir ki? Biz tekrar ediyoruz ki PKK da PJAK da terörist gruplardır.” Bu açıklamada yer alan dikkat çekici bir husus, İran Dışişleri Bakanı’nın PKK terörünü ve onun elebaşlarından Karayılan’ı “Türk kardeşlerinin” sorunu olarak gördüğü ve İran’ın bu tehdidi pek de üstüne alınmadığıydı. Diğer ve daha önemli husus ise İran şayet Karayılan’ı yakalamış olsa hangi sebeple onu serbest bırakacağı sorusuydu. Soruyu biraz daha genişleterek şöyle sorabiliriz: İran’ın PKK’yı cesaretlendiren tutumunun nedeni ne olabilir?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 13 yıl aradan sonra Irak’a resmî ziyarette bulunduğu 22 Nisan 2024’ten kısa süre önce 4 Nisan’da Millî Güvenlik Kuruluna başkanlık etmişti. Türkiye’nin her türlü terör örgütüyle mücadeledeki kararlılığının vurgulandığı bildiri metninde, Irak ile oluşturulan “stratejik iş birliği” zemininin her geçen gün güçlenmesinden duyulan memnuniyet ifade edildikten sonra takip eden maddede şu ifadelere yer verilmişti: “Bölgemizin geleceğinde terör örgütlerine ve onların destekçilerine hiçbir surette yer verilmeyeceğinin altı çizilmiş; terör örgütlerini cesaretlendiren tüm aktörlerin aklıselimle hareket ederek terörle irtibatlarını kalıcı şekilde ve gecikmeksizin kesmesinin önemine işaret edilmiştir.” Bildiride her ne kadar ilgili bütün terör örgütleri ismen zikredilse de asıl vurgunun “PKK/KCK-PYD/YPG” üzerinde olduğu aşikârdı. Nitekim bu durumda gözlerin çevrildiği yerlerden biri, İran ile oldukça iyi ilişkiler içinde bulunan Süleymaniye’deki Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) idi. Dışişleri Bakanı Fidan, A Haber’e 4 Şubat’ta verdiği röportajda, Türkiye’nin daha önce hava yolu taşımacılığında Süleymaniye’ye uyguladığı ciddi sınırlamaları hatırlattıktan sonra şöyle demişti: “Süleymaniye’ye her zaman söylüyoruz: Terörle aranıza mesafe koyarsanız biz bu yaptırımdan vazgeçebiliriz. Ama bu şekilde devam ederseniz biz daha ileri adımlar atmak zorunda kalacağız.” Bakan Fidan bu uyarılarını takip eden haftalarda da sürdürmüş ve 19 Mart’ta şu kritik açıklamayı yapmıştı: “Süleymaniye’deki KYB liderliği ve onu oluşturan ekibin PKK ile olan ilişkileri, samimiyeti bizim için bir problem olmanın ötesinde artık ulusal bir güvenlik tehdidi olmuştur.” Bu arada Süleymaniye Valisi Heval Ebubekir, 10 Mart’ta valilik binasında kabul ettiği İran’ın Kirmanşah Valisi Muhammed Tayyib Sahrayi ile görüşmesinde şu ifadeleri kullanmıştı: “Biz, İran İslam Cumhuriyeti’nin himaye ve iş birliğine çok müteşekkiriz ve İran ile ve özellikle Kirmanşah ile irtibatımız daha da gelişsin istiyoruz.” Ezcümle İran’ın PKK konusundaki mütesahil tutumu, Tahran’ın Türkiye’ye karşı bölgesel rekabete özellikle de Irak özelindeki rekabete yaklaşımıyla açıklanabilir. Nitekim İran’ın; Ankara-Bağdat ve hatta Ankara-Erbil arasındaki ilişkilerin olumlu seyrinden pek hoşnut olmadığı ve iki ülke arasında suyu da kapsayan çeşitli iş birliği adımlarının atılmasına ve Türkiye, Irak, Katar ile Birleşik Arap Emirlikleri ortaklığındaki Kalkınma Yolu Projesi’ne kuşkuyla yaklaştığı biliniyor. Tahran-Süleymaniye ilişkilerinde tarihsel arka plan kadar bu konjonktürel gelişmeler de etkili olmaktadır.
PKK terörü bağlamında Türkiye ile İran arasındaki ihtilaf, İran-Süleymaniye-PKK eksenindeki ilişkilerden ibaret değil. Buna, İran’ın PKK’nın Kandil’deki yapılanması konusundaki tutumunu ve PYD-YPG’yi PKK’nın uzantısı olarak görmemesini de eklemek gerekir. PYD-YPG daha çok Suriye sahasında önemli bir ihtilaf konusu olmakla farklı bir mesele olarak görülse de Dışişleri Bakanı Fidan, söz konusu konuşmasında “Suriye ve Irak ayrımını ortadan kaldırdık. Saldırı nereden gelirse gelsin örgütü her iki alanda da aynı anda hedef alıyoruz.” diyerek Türkiye açısından bu ayrımın geçerli olmadığını tekrar teyit etmiş oldu. Bu da İran’ın bu örgütleri terör örgütü olarak görmemesini önemli bir sorun hâline getiriyor. Diğer önemli sorun da İran-Irak sınırında Süleymaniye’ye bağlı bir bölge olan Kandil Dağı. PKK’nın, Kandil Dağı’nın İran tarafında da terör unsurları bulunuyor. Bakan Güler, 2 Mayıs’taki açıklamalarında bu bölgeye işaret ediyordu. İran geleneksel olarak dağın kendi sınırlarındaki bölümünden kaynaklı bir risk bulunmadığı yönünde Türkiye’yi temin etmeye çalışsa da bunun bir gerçekliği bulunmuyor. Türkiye’nin Kandil’e ortak operasyon yapma çağrıları ise İran’da karşılık bulmuyor. İran’ın bu konudaki gönülsüzlüğünün dikkat çekici bir örneği Mart 2019’da görülmüştü. Dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 6 Mart’ta Anadolu Ajansına verdiği bir röportajda, İran’dan bir heyetin gelmesiyle bazı değerlendirmelerin yapıldığını söylemiş ve eklemişti: “İlk kez söylüyorum. İran’la PKK’ya yönelik inşallah birlikte operasyon yapacağız. Çok uzun zamandır Türk Devleti’nin tezidir birlikte operasyon yapmak.” Takip eden günlerde böyle bir operasyonun gerçekleştirildiği yönünde Türk basınında haberler çıkınca İran tarafı bunu yalanlamış ve hatta Fars Haber Ajansı; İranlı bir askerî yetkilinin, ortak operasyon iddialarını yalanladıktan sonra kendilerine şu açıklamayı yaptığını aktarmıştı: “İran Silahlı Kuvvetleri, ülkemizde güvensizlik çıkarma kastında bulunan örgütlerle şiddetle mücadele edecektir.” İran’dan gelen bu ve benzeri açıklamalar, İran’ın Türkiye’nin güvenliği için harekete geçmeyeceğini ve Kandil’i kayda değer bir tehdit olarak görmediğini gösteriyor.
Son olarak geçtiğimiz günlerde Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Kudüs Gücüne dikkat çekici bir üst düzey atama yapıldı. 1 Nisan’da İsrail’in İran’ın Şam Büyükelçiliği yerleşkesindeki konsolosluk binasına yaptığı saldırıda öldürdüğü isimlerden biri olan Tümgeneral Muhammed Hadi Hac Rahimi’nin yerine DMO’da oldukça uzun bir kariyere sahip olan Tuğgeneral İrec Mescidi, Kudüs Gücü Komutanı Tuğgeneral İsmail Kaani’nin koordinasyondan sorumlu yardımcısı olarak atandı ve fiilen Kaani ile onun vekili Tuğgeneral Muhammed Rıza Fellahzade’den sonra bu birimin en tepedeki üst isimlerinden biri konumuna geldi. Daha önce de DMO içinde Irak’ta önemli görevlerde bulunmuş olan Mescidi, Türk kamuoyunun yabancı olduğu bir isim değil. Mescidi, İran’ın Bağdat büyükelçisi olduğu dönemde, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki terörle mücadele operasyonlarının sürdüğü ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin 13 Şubat 2021’de Gara bölgesine operasyon başlattığı bir ortamda, 23 Şubat 2021’de Rudaw’a verdiği röportajda Türkiye’nin Sincar’daki PKK varlığını ortadan kaldırma çabalarına ilişkin tartışmalı açıklamalar yapmıştı. Türkiye’nin Gara’nın ardından PKK’nın Suriye-Irak hattındaki can damarlarından biri olan Sincar’a operasyon yapma olasılığının dillendirildiği bir süreçte konuşan Mescidi, Türkiye’ye dönük PKK tehdidinden bahsetmeksizin Sincar’ın Türkiye ile alakası olmadığını savunmuş, “Bu nedenle ister Türkiye’den ister başka bir taraftan gelen her türlü tehdidi reddediyoruz.” ifadelerini kullanmış ve eklemişti: “Irak’a askerî bir müdahaleyi reddediyoruz. Türk Silahlı Kuvvetleri de Irak topraklarına karşı tehdit unsuru olmamalı ve işgal etmemelidir.” Bu açıklamalar üzerine İran’ın Ankara Büyükelçisi, Dışişleri Bakanlığına çağrılarak kendisinden konuya ilişkin izahat istenmişti. Şimdi aynı Mescidi, daha kritik bir göreve gelmiş bulunuyor.
Türkiye-İran ilişkilerinin doğal olarak son derece girift boyutları olsa da konunun güvenlik boyutu oldukça yalın. Şayet iki ülke terörle mücadelede anlamlı bir iş birliği yapabilirse bunun ilişkilerin genel seyrine de olumlu yansıyacağı kesindir. İki ülke lideri tarafından sıklıkla dile getirilen 30 milyar dolarlık ticaret hacmine ulaşma hedefi de bunların arasında bulunuyor. Bunun mümkün olması, bölgenin güvenli hâle gelmesiyle doğru orantılı. Ancak ilişkiler bu noktada patinaj yapıyor. İkili ilişkileri, iki ülkenin sahip olduğu potansiyele uygun bir noktaya getirmek için terörle mücadelede daha kapsamlı bir ortak zemin inşa ederek tıkanıklığı aşmak gerekiyor. Tıkanıklığı aşmak ise ortaya net bir irade konulmasına bağlı. Tahran yönetimi ortaya bu iradeyi koyduğunda tıkanıklık büyük oranda aşılacaktır.