Nükleer Anlaşma Beşinci Yılında

Nükleer Anlaşma Beşinci Yılında
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

13 yıl boyunca kriz ve duraklamalarla ilerleyen ve karmaşık bir diplomasi trafiğinin neticesinde 14 Temmuz 2015 tarihinde İran’ın nükleer programına ilişkin olarak imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP/Nükleer Anlaşma) beşinci yılını doldururken imzalandığı günlerde Avrupa dış politikasının tartışılmaz tarihî bir başarısı olarak görülmekteydi. Temmuz 2015’te varılan uzlaşma titizlikle yürütülen nükleer müzakerelerde anahtar rol oynayan E3 devletlerinin (Almanya, Fransa ve İngiltere) diplomatik çabalarının bir sonucuydu. Şüphesiz bu, sadece Avrupa için değil aynı zamanda İran iç politikasında Ruhani hükûmetinin de kendi hanesine yazdığı bir başarıydı. Bu Anlaşma, getirdiği tüm kısıtlamalara rağmen İran’ın nükleer programının uluslararası düzeyde tanınması anlamı da taşımaktadır.

20 aylık sıkı bir pazarlık ve müzakerelerin ardından P5+1 (ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere ve Almanya) ile İran arasında imzalanan Anlaşma’nın sağlanmasında ve idamesinde Avrupalıların yanı sıra ABD’nin de açık ara üstlendiği öncü rol göz ardı edilemez. Nitekim ABD yönetiminin Mayıs 2018’de Anlaşma’dan geri çekilmesi varılan mutabakatın hâlihazırda bir kriz sürecine girmesine neden oldu. Oysaki Anlaşma’nın bugünkü hâlini alması sayısız müzakerelerin ve kapalı kapılar ardında yürütülen stratejik hesapların bir sonucuydu.

Anlaşma’nın Oluşumundaki Siyasi Süreç

İran’ın Natanz'da uranyum zenginleştirme tesisi ve Arak'ta Uluslararası Atom Enerjisi Ajansına (UAEA) bildirmeden ağır su tesisi kurmaya başladığı ilk defa Ağustos 2002’de mevcut sisteme muhalif İran Ulusal Direniş Cephesinden Ali Rıza Caferzade’nin İran’ın gizli nükleer çalışmalarını ortaya çıkaran bulguları dünya kamuoyuna sunmasıyla açığa çıktı. Ancak bu olayın hemen ardından ortaya çıkan yeni veriler İran’ın nükleer programını genişletebileceği ihtimalini güçlendirdi ve Avrupa’nın siyasi diyalog kapılarını aralamasını sağladı. İran’la nükleer çatışmanın çözümü Avrupa’nın temel çıkarı olarak görülmekteydi. Nitekim AB, 2003 Avrupa Güvenlik Stratejisi’nde, kitle imha silahlarının yayılmasını kendi güvenliği için potansiyel bir tehdit olarak tanımladı.

Washington’ın sıcak bakmadığı müzakerelere 2003 sonbaharında başlayan Avrupa 2004 yılı itibarıyla İran ile nükleer bir krizi engellemeye yönelik görüşmelerini sürdürdü. Tahran, uranyum zenginleştirme programını geçici olarak askıya almayı ve UAEA için daha kapsamlı kontrol seçenekleri sunan bir ek protokolü onaylamayı kabul etti. Fakat uranyum zenginleştirme konusu taraflar arasında temel bir sorun olarak devam etti çünkü Avrupa uranyum zenginleştirmeyi tamamen durdurmayı hedefliyordu. Bu ise İran’daki karar alıcıların nükleer politikasıyla çelişmekteydi. Dolayısıyla dönemin Cumhurbaşkanı Ahmedinejad zenginleştirmeyi %20 seviyesine yükseltti. 2006 yılında Rusya, Çin ve ABD’nin de müzakerelere katılması, aynı yıl BMGK’nin İran’a ilk defa yaptırım uygulaması ve Barack Obama’nın 2008’de ABD başkanı olması nükleer müzakerelerin seyrini değiştiren siyasi olaylar arasında yer aldı. Özellikle AB’nin 2011-2012 yıllarında ABD’nin uyguladığı enerji yaptırımlarına katılması İran’ın petrol ihracatını hedeflemekteydi. Bu da İran’ın, nükleer programı adına yürüttüğü diplomasiyi tekrar gözden geçirmesine neden oldu.

2011 yılında Tahran ve Washington, Umman’da temel sorunlar üzerine “Back-channel” müzakereleri yürütmeye hazır olduklarını açıkladıklarında Avrupalılar için de uranyum zenginleştirmenin kalıcı olarak durdurulmasının artık mümkün olmadığı kanaati hâkimdi. Nitekim İran’ın 2002’den bu yana nükleer programında kaydettiği önemli teknik gelişmeler göz önüne alındığında uranyum zenginleştirmesinin dondurulmasının artık gerçekçi olmadığı görülmekteydi. Bu nedenle ABD ve Avrupa için İran’ın uranyum zenginleştirme seviyesinin artmasını engellemek ulaşılabilir en makul hedefti. ABD’de ve İran’da değişen iç dinamikler ve yeni hükûmetler, zenginleştirmeyi durdurma şartından vazgeçme, Washington’ın müzakerelere doğrudan katılımı ve 1979’dan beri liderler arasındaki ilk görüşme olan Obama ve Ruhani’nin bir araya gelmesi gibi faktörler; 14 Temmuz 2015 tarihinde Nükleer Anlaşma’nın başarıyla imzalanmasını sağladı. İlk etapta yasal bağlayıcılığı olmayan bu Anlaşma’nın bir hafta sonra BMGK’nin 2231 sayılı kararı ile yasal olarak bağlayıcılığı sağlanmış oldu.

Anlaşma’da Bugün Gelinen Nokta

Yeni ABD yönetimi, Anlaşma’nın yeteri kadar sert olmadığı ve İran'ın nükleer programını frenlemeye yetmeyeceği gerekçesini öne sürdü ve Donald Trump’ın utanç verici olarak nitelediği Anlaşma’dan ABD tek taraflı olarak Mayıs 2018’de çekildi. Akabinde maksimum baskı politikası çerçevesinde ABD’nin İran’a peyderpey uyguladığı yaptırımlar Tahran’ın Anlaşma süresince elde ettiği ekonomik kazançları en asgari seviyeye indirdi. Nükleer Anlaşma’nın imzalanmasından 90 gün sonra yaptırımların kalkması ile ekonomik açıdan derin bir nefes alan İran’ın günlük petrol ihracatı 2,8 milyon varilden bugün neredeyse 100 bin varile kadar düştü. Böylece ABD, İran’ın bölgede sürdürdüğü proxy savaşlarını sonlandırması, balistik füzelerin Anlaşma’ya dâhil edilmesi gibi maddelerin de görüşüleceği yeni bir anlaşmanın zeminini hazırlamaktaydı.

E3 ülkelerinin Anlaşma’yı ayakta tutmak adına bugüne kadar yürüttüğü tüm ekonomik ve diplomatik çabalar ise sonuç vermedi. AB’ye üye ülkelerin ortak bir sesle hareket edemedikleri bu krizde hiçbir girişim, İran’ı tatmin edecek seviyeye ulaşamadı. Oysaki Avrupalılar ABD yaptırımları nedeniyle İran’ın maruz kaldığı zararı telafi edebilmek için İran’dan sadece birkaç hafta beklemesini istemişti. Fakat Anlaşma’ya taraf Avrupa ülkeleri ABD hükûmetinin anlaşmayı ihlal eden adımlarını soruşturmak için BM’de tek bir konsey toplantısı dahi düzenlemedi. Avrupalılar Anlaşma’dan resmî olarak çıkmadılar belki ama uygulamada Anlaşma kapsamında üstlenmeleri gereken görevi yerine getiremedikleri için pasif kaldılar.

Tüm bu gelişmelere tepki olarak ABD'nin Nükleer Anlaşma’dan çekilmesinin birinci yıl dönümünde İran İslam Cumhuriyeti Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi 8 Mayıs 2019'da Anlaşma’nın 26 ve 36. maddeleri çerçevesinde nükleer yükümlülükleri adım adım askıya alma kararı aldı. Bu adım, nükleer kozu elinde bulunduran İran’ın hem ABD’ye hem de AB’ye tekrar uranyum zenginleştirme programına geri dönebileceğine dair bir işaretiydi.

İran’ın aldığı bu son kararlar üzerine UAEA 5 Haziran'daki raporunda İran'ın Anlaşma’da izin verilen miktardan sekiz kat daha fazla uranyum zenginleştirdiği kanaatine vardı. UAEA Genel Direktörü Rafael Grossi’nin dört aydır iki tesise girilmesine İran’ın izin vermediğini açıklaması İran ile UAEA arasındaki iplerin ilk defa gerildiğini gösterdi. İran ise bahsi geçen tesislerde nükleer faaliyet gerçekleştirilmediğini ve UAEA’nın ABD’nin elinde bir oyuncak olarak kullanılmasına izin vermeyeceklerini açıklayarak ortak çalışmalarının hâlâ mümkün olduğu sinyalini verdi.

Sonuç

Bugün gelinen noktada İran’ın hem ABD ve AB hem de UAEA ile yaşadığı gerilimin yükseldiği ve ABD’nin Ekim 2020’de İran’a uygulanan silah ambargosunun Anlaşma kapsamında kaldırılmasını engellemek adına her yolu deneyebileceği göz önüne alındığında İran’ın elinde hasımlarına karşı kullanabileceği tek bir seçenek kalıyor o da NPT’den çıkma tehdidi. Bu adım İran’a uygulanan yaptırımların geri gelmesine neden olup askerî bir çatışma riskinin artması ve nükleer tesislere birtakım operasyonların gerçekleşmesiyle sonuçlanabilir. Ancak bu saldırılar İran’ın nükleer tesislerine zarar verse de faaliyetlerini durduramayacaktır.

E3 ülkeleri her ne kadar ABD’nin uyguladığı maksimum baskı politikasına karşı olduklarını tekrarlasalar da İran ile füze programı ve bölgede yürüttüğü proxy güçleriyle üstlendiği rolü hakkında da müzakerelerin yapılması kanaatini taşıdıklarını ve AB ülkelerinin bu anlamda sabrının sonsuz olmadığını dile getirmektedir. AB’nin bugüne kadar Nükleer Anlaşma’ya bağlı kalmak adına aldığı pozisyon pratikte ABD ile aynı çizgide olmasa da İran’ın balistik füze çalışmaları ve bölgedeki yayılmacı politikasıyla İsrail için bir tehdit unsuru olduğunu zaman zaman dile getirmeleri ilerde ABD ile ortak hareket edebilecekleri ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Bu gelişmeler de ABD başkanlık seçimlerine Trump yerine başka bir adayın seçilmesi durumunda dahi Anlaşma’daki mevcut hükümlerin kaygan bir zeminde ilerleyeceği ve İran’a karşı yeni talep ve koşulların her an masada hazır olabileceğini göstermektedir. Dolayısıyla tüm bu açıklamalar ve karşılıklı tehditler Nükleer Anlaşma’nın devamı için gelecekte parlak bir tablonun belirmediğini göstermektedir.